Tüm dünyanın kullandığı VİKİPEDİ Özgür Ansiklopedi’de İstanbul; “Türkiye'nin en kalabalık ve iktisadi açıdan en önemli, dünyanın 34. büyük ekonomisine sahip, belediye sınırları göz önüne alınarak yapılan sıralamaya göre Avrupa'nın en yüksek nüfusuna sahip şehridir.” şeklinde tanımlanıyor. İlkokuldan beri bize söylenene göre de iki kıtayı birbirine bağlayan doğal bir köprü İstanbul. İstanbul bu kuru tanımlarla pek de bir şeye benzemiyor sanırım. İstanbul’ a gelmeyen biri bu tanımlarla ‘evet oldukça büyük, kalabalık ve önemli bir şehir…’ deyip geçiştirebilir ya da gelip gören bir turist ‘tarihi binaları, boğazın ihtişamı gerçekten etkileyici bir şehir’ şeklinde bir yorum yapabilir. Fakat yüzyıllar boyunca şairler, yazarlar ve ressamlar tarafından ifade edilmeye çalışılan bu büyüyü bu kadar sığ yorumlarla betimlemeye çalışmak oldukça komik olur. İstanbul’un büyüsünü anlayabilmek için İstanbul’da dört mevsim yaşamak ve o havayı solumak gerekir.
Hiç tartışmasız İstanbul dünyadaki en önemli turistik şehirlerden bir tanesi ve her yıl milyonlarca insan İstanbul’a turist olarak geliyor. Hem tarihi dokusu hem de doğa güzellikleri düşünüldüğünde gelen turistlerin de İstanbul’u beğenmeme şanslarının çok düşük olduğunu düşünüyorum. Fakat yabancı bir ülkeye turist olarak gittiğinizde hem zamanınız kısıtlıdır hem de gideceğiniz yerler. Tarihi binaların hepsini görürsünüz, boğaz keyfi yaparsınız, hanları çarşıları gezersiniz fakat İstanbul’un asıl büyüsünün İstanbul’da yaşayarak anlaşılabileceğini düşünüyorum ben. Taksim meydanındaki amansız kalabalığa karışmak, insanların farkında olmadığı nedensiz telaşa dahil olmak, yılın her mevsiminde farklı bir renge bürünen denizin ve gökyüzünün insanda bıraktığı ruh halini yaşayabilmek...
Yapı Kredi Yayınlarının yayınladığı, hem eski İstanbul resimlerinin hem de İstanbul’la ilgili Orhan Veli Kanık, Yahya Kemal Beyatlı gibi ünlü şairlerin şiirlerinin bulunduğu, Dört Mevsim İstanbul kitabında Uğur Kökden’in bu yazısı İstanbul’da dört mevsimi yaşamanın nasıl bir şey olduğunu çok güzel bir şekilde anlatıyor.
DÖRT MEVSİM İSTANBUL
Bir müzik duyuluyor, kimi kez sert vuruşlarla; birtakım iniş çıkışlarla. Uzakta, çok uzaklarda. Bilinen bir ‘konçerto’nun sıcak ezgileri. Kendisiyle birlikte nice küçük, sisli, belirsiz çağrışımları da yanı sıra sürükleyerek. Sanki, baharın uyanışı!
Selahattin Giz’in İstanbul’u ya da İstanbul’un çoktan unutulmuş ‘giz’leri.
Kuşkusuz tanıdık sokaklar, bildik bir deniz, bugün artık tanınamayacak ünlü alanlar, ıssız raylar ve vefalı yolcularıyla yaşlı tramvaylar, uzaktan uzağa dış çizgileri görünen görkemli eski camiler, çoğu yok olmuş büyük yapılar, sahil kahveleri. Kara dumanlı vapurlar, bir dönemin çatanaları, sonra kayıklar ve gene kayıklar! At arabaları, faytonlar, köprü üstünde yaya yoğunluğu ve karmaşası, güvercinler, martılar, bir vapur pervanesinin bıraktığı ak köpüğün sancak güvertesinden görünüşü, Boğaz’da çıkıntı yapmış eski ahşap yalılar ile onların zaman içinde biriktirdiği anılar! Kız Kulesi’ne tepeden hüzünlü bir son bakış! Körfez’deki dalyanlar, tarihsel anlamda birbirine göz süzen iki Hisar, İstanbul Üniversitesi’nin ışıklar içindeki gece görünümü, sur dışındaki surlar; belleklerden bile çoktan silinmiş eski Taksim, kar içindeki alan’da kızlı-erkekli kızak kayanlar, kar altında İstanbul caddeleri, Dolmabahçe sırtlarının merdivensiz döneminde yokuş yukarı tırmanmaya çalışanlar, araba azlığında büyümüş/genişlemiş görünen caddeler, çekek yerinde karlar altındaki kayıklar, Beyazıt’ın eski havuzu, Haydarpaşa Garı, Küçüksu Kasrı, Büyükada’dan bir otel, uçurtma uçuran çocuklar, savaş öncesinin eski model arabaları, yağmur sonucu sele dönüşen caddeler, okul kasketi giymiş liseli kızlar, kar altında tramvay bekleyen İstanbullular ve Taksim’deki –üstüne 1943 tarihi iliştirilmiş -Maksem duvarı…
Gerçekten geçmiş hiçbir zaman ölmez. Dahası, geçmiş, hiçbir zaman ‘geçmiş’ bile olmaz. Zaten, Borges’in bir öykü kahramanı da, “Geçmiş zaman bellekte sürer gider” demiyor mu? Aslına bakılırsa, geçmiş zamanı ‘şimdiki zaman’ yapan da bellek! Ama, yalnız bellek mi? Mevsimler de öyle!..
Şimdi, uzaktan uzağa duyulan ezgi daha güçlendi. Daha belirginleşti. Vivaldi’nin Dört Mevsim’i çalıyor “eski plakta”. İlk bölüm, bir kır dansı havasında. Özgür, şen, vurdumduymaz havalı.
Mevsimler içinde, insan kendisini, İstanbul’da –özellikle de Boğaz’da- her zaman aynı insan ve yine her zamanda bir başka kişi olarak duyumsar. Herhalde, bu bir İstanbul büyüsü!martın başlangıç günleri. Denize cephe veren;havalı kamu binasının önündeki kızılerik pembeye çalan bir çiçek örtüsüne büründü. Ardından gelen hafta içinde de, erikler heryerde çiçek açtı. Yalnız Anadolu yakası mı? Hayır! Tam karşı kıyıda, Sabancı Müzesi’ne çıkarken, köşkün içinde, servili yolda, gözden uzak sarı mimozalar kendini göstermiş. Ayrıca, pembe çiçekli badem ağaçları! İlk yaz geldiyse, Çallının Gül Koklayan Kadın’ını düşünememek olasımı?kol uçları işlemeli, nerdeyse saydam beyaz giysisi içinde yarı kapalı gözlerle hem kokuyu hem mevsimi varlığının derinliklerine çeken – İstanbul’un simgesi- o gizemli ve uçarı “kadın’ı”? bu arada, elbet, Boğaz’a bakan sırtların birinde, -niçin, Mihrabat Koruluğu olmasın?- ıssız ve dar bir patikada, elindeki havalı kırmızı şemsiyesiyle yürüyen Sami Yetik’in kadını da öyle kolay kolay unutulmaz. İlk yazın ilk ayının sonlarına doğru heryer ıslaktı. “Yine yağmur, yine kapalı bir gökyüzü!” dedirtecek gibi. Havada iyiden iyiye soğuk. Kanlıca, külrengi bugün. Gök ve deniz, aynı iç karartıcı rengi paylaşıyorlar. Son kalan mavilik, akşamın bastıran karanlığı ve kapalı gökyüzü birbirine karışıyor. Ayrıca denizde de fırtına! İkinci köprü üstünde arka arkaya koşan ışıklı araçlar görünmekte. Gerçi, mart bitip nisanın ilk günleri gelince, yoğun yağışlarda bir ölçüde azalıyor azalmaya; bununla birlikte, yinede insanlar, güneş hiç var olmamış gibi bir duygu içine düşebiliyor. Oysa, bahar, takvim açısından yarılandı sayılır. Evet, kış uzun sürdü ve her şeye karşın ; baharsa, hiç gelmeyecek sanki. Bununla birlikte, kötümser olmamalı!doğa, kendisine saygılı olunduğu ölçüde sözünde duruyor. Doğru da!.. söz gelimi erguvanlar, sürekli direniyor iklime. Uçuk pembe- yoksa, fırfıri mi demeli?- çiçekleriyle kesin bir ilk yaz vaat ediyorlar. Bir bakıma, Doktor Süheyl Ünver’in o özenli ve göz alıcı suluboyası Kırmızı Erguvanlar’ı gibi. Çubuklu’da, Hıdiv köşükünün eteklerinde, Kandillide Şifa çeşmesi çevresinde, Rıfat Paşa’nın mirası Kanlıca ‘:Muvakkit Hanesi(Zaman Odası)’ yakınlarında görüldüğü üzere..demek ki, mayısın elma kokusu yakın! Zaten, bahardan yaza geçiş o denli çabuk oldu ki; tıpkı erguvan çiçeklerinin ömrü gibi. Zaman dan kendine yararlar çıkarmayı çok iyi başaran bir ozanımızın dediği gibi, “Erguvanlar Geçip Gittiler Bahçelerden/ Geriye Sadece Erguvanlar Kaldı”
Haziran ışığı! MSÜ, Fındıklı, Molla Çelebi camii! Ortada, Cihangir’den inen sihirli merdiven! Yalın bir rastlantı mı, bir çizgi üstündeki üç büyük tapınağın varlığı: Kılıç Ali Paşa, Nüsretiye ve Dolmabahçe? Ara yerdeyse, bir bilim ocağı! Yaz kapıyı çaldığı sırada, Üsküdar ve çevresinin ıssız köşelerinin, kıyı kahvelerini, Paşabahçesi’ni, Beykoz’un çeşme ve dar sokaklarını, güneşli kayalıkları, insansız deniz kıyılarını gerçekçi bir biçimde resmine aktıran Hoca Ali Rıza Bey, kentin insanlarına, mimarisine, ortak havasına ve renklerine tanıklık etmiyor mu? Haziran içinde, denizden bakınca Çubuklu İskelesi’nin solundaki küçük boşlukta/ki, şuanda yani birkaç yıldır uğurlu ellerin çabasıyla bir parka dönüşmüş bulunmuyor/tek tük de olsa birtakım oturanlara rastlanmakta. Kadınlar, gençler, sessizce bekleyen erkekler… parkın içinde yüksekçe bir söğüt, yaşlı bir incir ağacı ve de karaya çekilmiş birkaç kayık! Peki, bu insanlar kim? Zeytin ve incir üstüne and içenler mi? Yoksa, gölgelerin arkasına saklanıp içki içenler mi? Küçük parkın çapraz karşısında, Osman Hamdi Ailesi’nin artık beyaza boyalı yalısı yükselmekte. Daracık bir aralıktan, yalının bahçesindeki turuncu ışıklı Çin fenerlerini andıran bir ağaç, trabzonhurması görülüyor. Bir- iki durak ötedeyse Paşabahçe Tekel Fabrikası’nın bahçesinde de, bir başka trabzonhurması! Beyhude Akşam Bahçesi’nin yazarı Tanpınar, daha otuzbeş yaşındayken, geçirdiği zamanı sadece düş kırıklıklarının doldurduğunu söyler. Vivaldi’nin müziğide, acaba aynı gerçeği mi dile getiriyor? Öte yandan, eğer bir de ‘geçmiş, önümüzdeki geleceği emanet edilmeye değerse, İki Kadın Sultan’ın kasrının da bu yakada olması dikkat çekici değil mi? Biri, İkinci Mahmud’un kızı- iki padişahında Abdülmecid ve Abdülaziz’in kız kardeşi- Adile Sultan’ınki; yani, yanan eski Kandilli Kız Lisesi. Öbürü de, Refika Sultanın Kanlıca koyunda, Mihrabat’ın kuzeyindeki üç katlı yalısı. Sonra, bir üçüncü kadın ve ona adanmış sevgi: Üçüncü Selimin annesinin, yani Mihrişah Valide Sultanın anısını yaşatmak amacıyla, kasr’ın yanı başına inşa edilen kubbeli, geniş saçaklı, zarif Küçüksu çeşmesi. Bira çıdan; Nazmi Ziya’nın, Hayri Çizel’in ve Naile Akıncı’nın resimlerine konu olduğu biçimde. Beklide, Abdülmecid Efendinin yalılarıyla dikkati çeken Göksu tablosu gibi. Geçen zaman, biribirini izleyen mevsimler, yaşamı dolduran- Tanpınar’ın terimleriyle- ‘Düş Kırıklıklar’ı’, hepside uçup giden yada uçup gidecek birer toz mu? Nice sevgi ve nice tutkulardan arta kalmış, şekilsiz bir tortu mu?
Mevsimlerden önce, kuşkusuz, yüzyıllar birbirini izliyor. Gerçekten, zaman üstüne and içenler haklı: çünkü, açıkça zararda olan, ‘insan!! Başkası değil! Birkaç yıl önce, Anadolu Hisarının altıyüzünce yıldönümü değil miydi? Yazık ki, Hikmet Onat artık uzaklarda. Onunla birlikte, Anadolu Hisarı kalesi tablosu da. Yada Çallı’nın Büyük Savaş öncesinde gerçekleştirdiği Anadolu Hisarı da. Biryandan sırtını hisara dayayıp öbür yandan da Göksu deresine bakan, -belediyelerce göz yumulmuş- derme çatma kahvede kahvaltı edenler, aynı zamanda da “Hisar” üstüne resmi olmayan bir toplantı gerçekleştiriyor. Kahvaltıda, Hisarlar (Rumeli, Yedikule ve Anadolu Hisarları) müdürünün bulunuşu da dikkat çekici. Ama, nasıl bir sonuç çıkacak bu görüşmeden? Her şeye karşın, yinede geçmiş önümüzde yürüyor; ondan kolayca ayrılmak olası mı? Yüzyılın bitimine iki yıl kalmış o günlerde Hüseyin Cayit Kanlıca’da oturmakta; Fikret, Anadolu Hisarında bir yalıda kalıyor. Mehmet Rauf ise, gemide yatıp kalkmakta. Gemisine gelince Tarabya’da demirli. Kimi geceler gizemli Mihrabad’a çıkılıyor, sessiz koruda dolunay seyretmeye. Bir bakıma, “doğayla ilişki kurmayı delice bir aşkla seven” üç ‘ Servet-i Fünuncu’nun inanılmaz sayılabileceği ay ışığı gezileri. Özellikle, ağaçlar altında günlerce yiyip içen, gezen, uyuyan bir Fikret. Yaz aylarının sıcak, dingin, mutlulukla dolu günleri, Vivaldi’nin esrik havalı müziğinin lirik ögeleri gibi birbirini kovalar; kum saati hızla akar, çabucak güz kendi rengi duyurur. Bu nedenle doğmuş olmalı, kuşkusuz, güz güneşinden yoğun lekeler taşıyan kızıl renkli Küçüksu tablosu! O halde, Abdülmecid Efendi’nin bu resmini neden Kasır da değil de Aşiyan müzesinde? Hıdiv de, daha eylül başlarında yapraklar dökülmeye başladı. Önce, kokuları kendini duyurdu. Kestaneler, artık hep yerlerde sürükleniyor. Patlayan kalın, yeşil kabuklarıyla kahverengi meyveler, parke taşlarının arasında şuraya buraya sığmaya çalışmakta. Besbelli böylesi zamanlarda, “gün biter ağaçta neşe söner/yaprak ateş olur, kuş da yakut!” işte, Beykoz’da, Abraham Paşa korusunda gecikmiş bir kahvaltı! Ardından, öğle sonrasında, Kandillide deniz kenarından bir mola. Kimse eve girmek istemiyor. Onüç Eylül’ün etkisi hiç kuşkusuz! Öyle ya, ‘yara’ o denli taze ki…tam onbeşe iki dakika kala!.. çalışma saatinin içi. Özellikle, başlangıçtaki ilk iki titreşim çok güçlüydü. Büyük tedirginlik anı! Yaşamla ölüm arasına sıkışan; somut korku ile iç içe geçmiş yoğun dalgalanma. Ölümün kesinliğiyle yaşamın iğretiliği! Öyle bir zaman dilimiki herkes için, tüm yaşanmış yaşama ilişkin ‘geçmiş zaman’ karelerinin – biranda- birbir her insanın kendi gözlerinin önünde tek bir ‘geleceğe’ dönüşmesi! Kandilli –Vaniköy arası. Deniz kıyısı. Bir kez daha, bu eylül ayında, havada bir dünya savaşının kokusu duyulmakta. Bir bakıma, İkinci Dünya Savaşının öncesi günler gibi. “karışık duygular, duyumsamalar”, diyor Oktay Akbal; sonra ekliyor: “hatta, korkular içindeyiz!” evet, arkada duruyor belirsiz bir savaşın gölgesi!
Belki bu nedenle, “ bir bir hatırlıyoruz geçen sonbaharları!/teşrinin (ekim ayı) hüznü geçer ta iliklere!” bir ay sonra.güneşli bir ekim günü. Öğle saatleri. Çubuklu İskelesiyle Dalgıç okulu arasında, kıyıda, “karabalıkçıları”. Ayrıca, denizde balık avlayan sandallar. Büyük tekneler henüz ortada yok. Ve, kasım sonları. Bugün Boğazda sis var. Dünde vardı. Burum bahçeden bakıldığında, denizin üstü nerdeyse görülmüyor. Yalnız teknelerin dış çizgileri seçilebilmekte. Ama, öğleye doğru güneş heryeri ışıttı. Aydınlattı. Beykozdan bakınca Boğazın bu kısmı-İkince Köprüden, Hıdiv Kasrı eteklerinden Tarabya önlerine dek- tam bir kapalı havuz görünümde. Dedeoğlu deresi köprü parmaklıklarına, görkemli dört çınarın diplerine birikmiş güz yaprakları üstüne güneş vuruyor. Islak sarı yapraklar, altın gibi parlamakta. Belki, şu mevsimde altından bile daha değerli güneş ışınları.
20 aralık, Cuma.
Çarşambayı perşembeye bağlayan gece, solunum yetmezliğinden Mehmet Fuat yaşamını yitirdi. Kar yağıyor, artsız arasız. Cenaze, Cuma namazının ardından Altunizade camiinden kalkacak. Gerilerde çok uzaktaysa, dalgalı, söğüt yeşili bir deniz öfkeyle homurdanmakta. İnsanlar, musalla taşı önünde, kar üstünde saf tutuyor. Kimileride kenarda, suskun, düşünceli ve sabırsız. Herkes, küçük ve güvenilir adımlar atıyor karda; İbrahim Safinin Ormanda Çingeneler’i gibi rahat yürüyemiyorlar. Bir bakıma, fotoğrafsız fotoğraflar bunlar yada yaşam görüntüsünün buğulu ve gizemli kareleri! İki gün geçmeden gece patlak veren mevsime özgü lodos fırtınası !
Yılbaşı!
Yeni yılın ilk günü. Yağmur, kar ve soğuk! Beyaz ve yeşil! Karın örtüsü ve yüzeyi yeşile dönüşmüş bir deniz! Gök kül rengi! Yürürken, aynı zamandada denizde yüzen karabatakları gözlüyorum. Orhan Veli geliyor hep, gözlerimin önüne; “ yalnız bende değil yalnızlık hali /denizde karanlık, gökyüzünde; /bir acayip kuşların hali !”. “hele martılar,hele martılar /her tüylerinde ayrı bir telaş!” evet, kış ortasında boğazın resmi bu! Vivaldi’nin müziği dahil neredeyse unutuldu bir bakıma, çok uzaklarda kaldı o ses! Dahası, hiç duyulmuyor bile!
Hiç tartışmasız İstanbul dünyadaki en önemli turistik şehirlerden bir tanesi ve her yıl milyonlarca insan İstanbul’a turist olarak geliyor. Hem tarihi dokusu hem de doğa güzellikleri düşünüldüğünde gelen turistlerin de İstanbul’u beğenmeme şanslarının çok düşük olduğunu düşünüyorum. Fakat yabancı bir ülkeye turist olarak gittiğinizde hem zamanınız kısıtlıdır hem de gideceğiniz yerler. Tarihi binaların hepsini görürsünüz, boğaz keyfi yaparsınız, hanları çarşıları gezersiniz fakat İstanbul’un asıl büyüsünün İstanbul’da yaşayarak anlaşılabileceğini düşünüyorum ben. Taksim meydanındaki amansız kalabalığa karışmak, insanların farkında olmadığı nedensiz telaşa dahil olmak, yılın her mevsiminde farklı bir renge bürünen denizin ve gökyüzünün insanda bıraktığı ruh halini yaşayabilmek...
Yapı Kredi Yayınlarının yayınladığı, hem eski İstanbul resimlerinin hem de İstanbul’la ilgili Orhan Veli Kanık, Yahya Kemal Beyatlı gibi ünlü şairlerin şiirlerinin bulunduğu, Dört Mevsim İstanbul kitabında Uğur Kökden’in bu yazısı İstanbul’da dört mevsimi yaşamanın nasıl bir şey olduğunu çok güzel bir şekilde anlatıyor.
DÖRT MEVSİM İSTANBUL
Bir müzik duyuluyor, kimi kez sert vuruşlarla; birtakım iniş çıkışlarla. Uzakta, çok uzaklarda. Bilinen bir ‘konçerto’nun sıcak ezgileri. Kendisiyle birlikte nice küçük, sisli, belirsiz çağrışımları da yanı sıra sürükleyerek. Sanki, baharın uyanışı!
Selahattin Giz’in İstanbul’u ya da İstanbul’un çoktan unutulmuş ‘giz’leri.
Kuşkusuz tanıdık sokaklar, bildik bir deniz, bugün artık tanınamayacak ünlü alanlar, ıssız raylar ve vefalı yolcularıyla yaşlı tramvaylar, uzaktan uzağa dış çizgileri görünen görkemli eski camiler, çoğu yok olmuş büyük yapılar, sahil kahveleri. Kara dumanlı vapurlar, bir dönemin çatanaları, sonra kayıklar ve gene kayıklar! At arabaları, faytonlar, köprü üstünde yaya yoğunluğu ve karmaşası, güvercinler, martılar, bir vapur pervanesinin bıraktığı ak köpüğün sancak güvertesinden görünüşü, Boğaz’da çıkıntı yapmış eski ahşap yalılar ile onların zaman içinde biriktirdiği anılar! Kız Kulesi’ne tepeden hüzünlü bir son bakış! Körfez’deki dalyanlar, tarihsel anlamda birbirine göz süzen iki Hisar, İstanbul Üniversitesi’nin ışıklar içindeki gece görünümü, sur dışındaki surlar; belleklerden bile çoktan silinmiş eski Taksim, kar içindeki alan’da kızlı-erkekli kızak kayanlar, kar altında İstanbul caddeleri, Dolmabahçe sırtlarının merdivensiz döneminde yokuş yukarı tırmanmaya çalışanlar, araba azlığında büyümüş/genişlemiş görünen caddeler, çekek yerinde karlar altındaki kayıklar, Beyazıt’ın eski havuzu, Haydarpaşa Garı, Küçüksu Kasrı, Büyükada’dan bir otel, uçurtma uçuran çocuklar, savaş öncesinin eski model arabaları, yağmur sonucu sele dönüşen caddeler, okul kasketi giymiş liseli kızlar, kar altında tramvay bekleyen İstanbullular ve Taksim’deki –üstüne 1943 tarihi iliştirilmiş -Maksem duvarı…
Gerçekten geçmiş hiçbir zaman ölmez. Dahası, geçmiş, hiçbir zaman ‘geçmiş’ bile olmaz. Zaten, Borges’in bir öykü kahramanı da, “Geçmiş zaman bellekte sürer gider” demiyor mu? Aslına bakılırsa, geçmiş zamanı ‘şimdiki zaman’ yapan da bellek! Ama, yalnız bellek mi? Mevsimler de öyle!..
Şimdi, uzaktan uzağa duyulan ezgi daha güçlendi. Daha belirginleşti. Vivaldi’nin Dört Mevsim’i çalıyor “eski plakta”. İlk bölüm, bir kır dansı havasında. Özgür, şen, vurdumduymaz havalı.
Mevsimler içinde, insan kendisini, İstanbul’da –özellikle de Boğaz’da- her zaman aynı insan ve yine her zamanda bir başka kişi olarak duyumsar. Herhalde, bu bir İstanbul büyüsü!martın başlangıç günleri. Denize cephe veren;havalı kamu binasının önündeki kızılerik pembeye çalan bir çiçek örtüsüne büründü. Ardından gelen hafta içinde de, erikler heryerde çiçek açtı. Yalnız Anadolu yakası mı? Hayır! Tam karşı kıyıda, Sabancı Müzesi’ne çıkarken, köşkün içinde, servili yolda, gözden uzak sarı mimozalar kendini göstermiş. Ayrıca, pembe çiçekli badem ağaçları! İlk yaz geldiyse, Çallının Gül Koklayan Kadın’ını düşünememek olasımı?kol uçları işlemeli, nerdeyse saydam beyaz giysisi içinde yarı kapalı gözlerle hem kokuyu hem mevsimi varlığının derinliklerine çeken – İstanbul’un simgesi- o gizemli ve uçarı “kadın’ı”? bu arada, elbet, Boğaz’a bakan sırtların birinde, -niçin, Mihrabat Koruluğu olmasın?- ıssız ve dar bir patikada, elindeki havalı kırmızı şemsiyesiyle yürüyen Sami Yetik’in kadını da öyle kolay kolay unutulmaz. İlk yazın ilk ayının sonlarına doğru heryer ıslaktı. “Yine yağmur, yine kapalı bir gökyüzü!” dedirtecek gibi. Havada iyiden iyiye soğuk. Kanlıca, külrengi bugün. Gök ve deniz, aynı iç karartıcı rengi paylaşıyorlar. Son kalan mavilik, akşamın bastıran karanlığı ve kapalı gökyüzü birbirine karışıyor. Ayrıca denizde de fırtına! İkinci köprü üstünde arka arkaya koşan ışıklı araçlar görünmekte. Gerçi, mart bitip nisanın ilk günleri gelince, yoğun yağışlarda bir ölçüde azalıyor azalmaya; bununla birlikte, yinede insanlar, güneş hiç var olmamış gibi bir duygu içine düşebiliyor. Oysa, bahar, takvim açısından yarılandı sayılır. Evet, kış uzun sürdü ve her şeye karşın ; baharsa, hiç gelmeyecek sanki. Bununla birlikte, kötümser olmamalı!doğa, kendisine saygılı olunduğu ölçüde sözünde duruyor. Doğru da!.. söz gelimi erguvanlar, sürekli direniyor iklime. Uçuk pembe- yoksa, fırfıri mi demeli?- çiçekleriyle kesin bir ilk yaz vaat ediyorlar. Bir bakıma, Doktor Süheyl Ünver’in o özenli ve göz alıcı suluboyası Kırmızı Erguvanlar’ı gibi. Çubuklu’da, Hıdiv köşükünün eteklerinde, Kandillide Şifa çeşmesi çevresinde, Rıfat Paşa’nın mirası Kanlıca ‘:Muvakkit Hanesi(Zaman Odası)’ yakınlarında görüldüğü üzere..demek ki, mayısın elma kokusu yakın! Zaten, bahardan yaza geçiş o denli çabuk oldu ki; tıpkı erguvan çiçeklerinin ömrü gibi. Zaman dan kendine yararlar çıkarmayı çok iyi başaran bir ozanımızın dediği gibi, “Erguvanlar Geçip Gittiler Bahçelerden/ Geriye Sadece Erguvanlar Kaldı”
Haziran ışığı! MSÜ, Fındıklı, Molla Çelebi camii! Ortada, Cihangir’den inen sihirli merdiven! Yalın bir rastlantı mı, bir çizgi üstündeki üç büyük tapınağın varlığı: Kılıç Ali Paşa, Nüsretiye ve Dolmabahçe? Ara yerdeyse, bir bilim ocağı! Yaz kapıyı çaldığı sırada, Üsküdar ve çevresinin ıssız köşelerinin, kıyı kahvelerini, Paşabahçesi’ni, Beykoz’un çeşme ve dar sokaklarını, güneşli kayalıkları, insansız deniz kıyılarını gerçekçi bir biçimde resmine aktıran Hoca Ali Rıza Bey, kentin insanlarına, mimarisine, ortak havasına ve renklerine tanıklık etmiyor mu? Haziran içinde, denizden bakınca Çubuklu İskelesi’nin solundaki küçük boşlukta/ki, şuanda yani birkaç yıldır uğurlu ellerin çabasıyla bir parka dönüşmüş bulunmuyor/tek tük de olsa birtakım oturanlara rastlanmakta. Kadınlar, gençler, sessizce bekleyen erkekler… parkın içinde yüksekçe bir söğüt, yaşlı bir incir ağacı ve de karaya çekilmiş birkaç kayık! Peki, bu insanlar kim? Zeytin ve incir üstüne and içenler mi? Yoksa, gölgelerin arkasına saklanıp içki içenler mi? Küçük parkın çapraz karşısında, Osman Hamdi Ailesi’nin artık beyaza boyalı yalısı yükselmekte. Daracık bir aralıktan, yalının bahçesindeki turuncu ışıklı Çin fenerlerini andıran bir ağaç, trabzonhurması görülüyor. Bir- iki durak ötedeyse Paşabahçe Tekel Fabrikası’nın bahçesinde de, bir başka trabzonhurması! Beyhude Akşam Bahçesi’nin yazarı Tanpınar, daha otuzbeş yaşındayken, geçirdiği zamanı sadece düş kırıklıklarının doldurduğunu söyler. Vivaldi’nin müziğide, acaba aynı gerçeği mi dile getiriyor? Öte yandan, eğer bir de ‘geçmiş, önümüzdeki geleceği emanet edilmeye değerse, İki Kadın Sultan’ın kasrının da bu yakada olması dikkat çekici değil mi? Biri, İkinci Mahmud’un kızı- iki padişahında Abdülmecid ve Abdülaziz’in kız kardeşi- Adile Sultan’ınki; yani, yanan eski Kandilli Kız Lisesi. Öbürü de, Refika Sultanın Kanlıca koyunda, Mihrabat’ın kuzeyindeki üç katlı yalısı. Sonra, bir üçüncü kadın ve ona adanmış sevgi: Üçüncü Selimin annesinin, yani Mihrişah Valide Sultanın anısını yaşatmak amacıyla, kasr’ın yanı başına inşa edilen kubbeli, geniş saçaklı, zarif Küçüksu çeşmesi. Bira çıdan; Nazmi Ziya’nın, Hayri Çizel’in ve Naile Akıncı’nın resimlerine konu olduğu biçimde. Beklide, Abdülmecid Efendinin yalılarıyla dikkati çeken Göksu tablosu gibi. Geçen zaman, biribirini izleyen mevsimler, yaşamı dolduran- Tanpınar’ın terimleriyle- ‘Düş Kırıklıklar’ı’, hepside uçup giden yada uçup gidecek birer toz mu? Nice sevgi ve nice tutkulardan arta kalmış, şekilsiz bir tortu mu?
Mevsimlerden önce, kuşkusuz, yüzyıllar birbirini izliyor. Gerçekten, zaman üstüne and içenler haklı: çünkü, açıkça zararda olan, ‘insan!! Başkası değil! Birkaç yıl önce, Anadolu Hisarının altıyüzünce yıldönümü değil miydi? Yazık ki, Hikmet Onat artık uzaklarda. Onunla birlikte, Anadolu Hisarı kalesi tablosu da. Yada Çallı’nın Büyük Savaş öncesinde gerçekleştirdiği Anadolu Hisarı da. Biryandan sırtını hisara dayayıp öbür yandan da Göksu deresine bakan, -belediyelerce göz yumulmuş- derme çatma kahvede kahvaltı edenler, aynı zamanda da “Hisar” üstüne resmi olmayan bir toplantı gerçekleştiriyor. Kahvaltıda, Hisarlar (Rumeli, Yedikule ve Anadolu Hisarları) müdürünün bulunuşu da dikkat çekici. Ama, nasıl bir sonuç çıkacak bu görüşmeden? Her şeye karşın, yinede geçmiş önümüzde yürüyor; ondan kolayca ayrılmak olası mı? Yüzyılın bitimine iki yıl kalmış o günlerde Hüseyin Cayit Kanlıca’da oturmakta; Fikret, Anadolu Hisarında bir yalıda kalıyor. Mehmet Rauf ise, gemide yatıp kalkmakta. Gemisine gelince Tarabya’da demirli. Kimi geceler gizemli Mihrabad’a çıkılıyor, sessiz koruda dolunay seyretmeye. Bir bakıma, “doğayla ilişki kurmayı delice bir aşkla seven” üç ‘ Servet-i Fünuncu’nun inanılmaz sayılabileceği ay ışığı gezileri. Özellikle, ağaçlar altında günlerce yiyip içen, gezen, uyuyan bir Fikret. Yaz aylarının sıcak, dingin, mutlulukla dolu günleri, Vivaldi’nin esrik havalı müziğinin lirik ögeleri gibi birbirini kovalar; kum saati hızla akar, çabucak güz kendi rengi duyurur. Bu nedenle doğmuş olmalı, kuşkusuz, güz güneşinden yoğun lekeler taşıyan kızıl renkli Küçüksu tablosu! O halde, Abdülmecid Efendi’nin bu resmini neden Kasır da değil de Aşiyan müzesinde? Hıdiv de, daha eylül başlarında yapraklar dökülmeye başladı. Önce, kokuları kendini duyurdu. Kestaneler, artık hep yerlerde sürükleniyor. Patlayan kalın, yeşil kabuklarıyla kahverengi meyveler, parke taşlarının arasında şuraya buraya sığmaya çalışmakta. Besbelli böylesi zamanlarda, “gün biter ağaçta neşe söner/yaprak ateş olur, kuş da yakut!” işte, Beykoz’da, Abraham Paşa korusunda gecikmiş bir kahvaltı! Ardından, öğle sonrasında, Kandillide deniz kenarından bir mola. Kimse eve girmek istemiyor. Onüç Eylül’ün etkisi hiç kuşkusuz! Öyle ya, ‘yara’ o denli taze ki…tam onbeşe iki dakika kala!.. çalışma saatinin içi. Özellikle, başlangıçtaki ilk iki titreşim çok güçlüydü. Büyük tedirginlik anı! Yaşamla ölüm arasına sıkışan; somut korku ile iç içe geçmiş yoğun dalgalanma. Ölümün kesinliğiyle yaşamın iğretiliği! Öyle bir zaman dilimiki herkes için, tüm yaşanmış yaşama ilişkin ‘geçmiş zaman’ karelerinin – biranda- birbir her insanın kendi gözlerinin önünde tek bir ‘geleceğe’ dönüşmesi! Kandilli –Vaniköy arası. Deniz kıyısı. Bir kez daha, bu eylül ayında, havada bir dünya savaşının kokusu duyulmakta. Bir bakıma, İkinci Dünya Savaşının öncesi günler gibi. “karışık duygular, duyumsamalar”, diyor Oktay Akbal; sonra ekliyor: “hatta, korkular içindeyiz!” evet, arkada duruyor belirsiz bir savaşın gölgesi!
Belki bu nedenle, “ bir bir hatırlıyoruz geçen sonbaharları!/teşrinin (ekim ayı) hüznü geçer ta iliklere!” bir ay sonra.güneşli bir ekim günü. Öğle saatleri. Çubuklu İskelesiyle Dalgıç okulu arasında, kıyıda, “karabalıkçıları”. Ayrıca, denizde balık avlayan sandallar. Büyük tekneler henüz ortada yok. Ve, kasım sonları. Bugün Boğazda sis var. Dünde vardı. Burum bahçeden bakıldığında, denizin üstü nerdeyse görülmüyor. Yalnız teknelerin dış çizgileri seçilebilmekte. Ama, öğleye doğru güneş heryeri ışıttı. Aydınlattı. Beykozdan bakınca Boğazın bu kısmı-İkince Köprüden, Hıdiv Kasrı eteklerinden Tarabya önlerine dek- tam bir kapalı havuz görünümde. Dedeoğlu deresi köprü parmaklıklarına, görkemli dört çınarın diplerine birikmiş güz yaprakları üstüne güneş vuruyor. Islak sarı yapraklar, altın gibi parlamakta. Belki, şu mevsimde altından bile daha değerli güneş ışınları.
20 aralık, Cuma.
Çarşambayı perşembeye bağlayan gece, solunum yetmezliğinden Mehmet Fuat yaşamını yitirdi. Kar yağıyor, artsız arasız. Cenaze, Cuma namazının ardından Altunizade camiinden kalkacak. Gerilerde çok uzaktaysa, dalgalı, söğüt yeşili bir deniz öfkeyle homurdanmakta. İnsanlar, musalla taşı önünde, kar üstünde saf tutuyor. Kimileride kenarda, suskun, düşünceli ve sabırsız. Herkes, küçük ve güvenilir adımlar atıyor karda; İbrahim Safinin Ormanda Çingeneler’i gibi rahat yürüyemiyorlar. Bir bakıma, fotoğrafsız fotoğraflar bunlar yada yaşam görüntüsünün buğulu ve gizemli kareleri! İki gün geçmeden gece patlak veren mevsime özgü lodos fırtınası !
Yılbaşı!
Yeni yılın ilk günü. Yağmur, kar ve soğuk! Beyaz ve yeşil! Karın örtüsü ve yüzeyi yeşile dönüşmüş bir deniz! Gök kül rengi! Yürürken, aynı zamandada denizde yüzen karabatakları gözlüyorum. Orhan Veli geliyor hep, gözlerimin önüne; “ yalnız bende değil yalnızlık hali /denizde karanlık, gökyüzünde; /bir acayip kuşların hali !”. “hele martılar,hele martılar /her tüylerinde ayrı bir telaş!” evet, kış ortasında boğazın resmi bu! Vivaldi’nin müziği dahil neredeyse unutuldu bir bakıma, çok uzaklarda kaldı o ses! Dahası, hiç duyulmuyor bile!